*Selinay Uzuntel
İstanbul Üniversitesi’nden kadın öğrenciler 25 Kasım’a hangi koşullarda gidildiğini anlattı.
Mirabel Kardeşler 1960 yılında, Dominik Cumhuriyeti’nde, rejim tarafından vahşice öldürüldü. O günün ardından “Kelebekler” olarak anılmaya başlanan Patria, Minerva ve Maria Teresa, Trujillo diktatörlüğüne karşı direnişin simgeleri haline gelerek, otoriter rejimlerin baskılarına boyun eğmeyi reddeden tüm kadınlara ilham oldular. 1999’dan itibaren Mirabel’lerin ölüm yıldönümü olan 25 Kasım “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’ olarak her yıl; dünyanın dört bir yanında kadınların dayanışmayı ve mücadeleyi büyütmek için sokaklara çıktığı bir gün oluyor.
2024’ün 25 Kasım’ına giderken Türkiye’de kadınlar ve özellikle genç kadınlar onlarca sorun karşısında mücadele veriyorlar. İstanbul Üniversitesi’nden kadın öğrencilere 25 Kasım’a hangi koşullarda gidildiğini sorduk.
“Güvencesiz işlerde çalışmak zorunda bırakılıyoruz”
Işıl, son günlerde meclisteki bütçe görüşmelerini takip ettiğini söyledi.
‘‘2025 için açıklanan bütçede, ‘Aileyi Güçlendirme’ fonlarına yaklaşık 17 milyar TL ayrılmışken, ‘kadınların güçlendirilmesi’ için sadece 6 milyar TL ayrıldı. Bu, kadın başına günlük sadece 38 kuruş demek oluyor. KYK burs ve kredileri, öğrencilerin temel ihtiyaçlarını bile karşılamaktan uzak kalırken, yaşamımızı sürdürebilmek için düşük ücretli ve güvencesiz işlerde çalışmak zorunda bırakılıyoruz.’’
Işıl’ın en son çalıştığı yer biz zincir kahve şubesi. Buradaki deneyimleri ise hiçbir genç kadına yabancı olmasa gerek:
‘‘Eşit işe eşit ücret alıyor muyduk bilmiyorum çünkü bunun hakkında konuşmamız yasaktı. Telefona bakmamız da yasaktı. Telefonları dolaba koymamız ve dokunmamamız isteniyordu. Çeşitli sebeplerle bakmaya çalıştığımız vakitler ‘İşi aksatıyorsunuz’ denilerek mobbingin bahanesi oluyordu adeta.”
Mevzu bahis taciz meselesine geldiğinde ise işyerinde çalışan yöneticiler tarafından da müşteriler tarafından da taciz edildiğini ve bunun sayısını hatırlamadığını belirtti. Yoksulluğun şiddeti derinleştirdiği noktasında anlaştık.
“Korku ve tedirginlik içinde yaşamak öğretiliyor bizlere”
2024 yılı henüz bitmedi ama katledilen kadın sayısı 397’ye ulaşmış durumda. Her kaleme aldığımız yazıda kaç kadın daha öldürülmüş diye katledilen kadın sayısını kontrol etmek zorunda kalıyoruz. Adalet Bakanlığı verilerine göre geçen yıl çocuk istismarı suçundan açılan dosyaların sayısı 66 binden fazla. Son 8 yılda kaybedilen çocukların ise resmi verisi dahi yok!
Leyla, 25 Kasım’a giderken artan kadın ve çocuk cinayetlerine ilişkin düşüncelerini şöyle anlattı:
‘‘Bu ülkede kadınlar, ellerinde şikâyet dilekçeleri ve çantalarında koruma kararlarıyla ölü bulunuyor. Her yeni gün çocukların da ölüm haberi gelmeye başladı artık. Korku ve tedirginlik içinde yaşamak öğretiliyor bizlere.’’
Kadınların ve LGBTİ+’ların haklarını koruyan İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, 6284 sayılı yasanın hedef alınması, infaz kanunlarındaki değişiklikler ve alınmayan tedbirler, şiddeti sistematik bir hale getiriyor. Üniversiteli genç kadınların Ayşenur ve İkbal’in bir erkek tarafından vahşice katledilmesinin ardından okullarında gerçekleşen kitlesel eylemlerde en çok “Kadın cinayetleri politiktir” sloganını atması boşuna değildi. Memleketteki cezasızlık düzeni, kadın cinayetlerini önlemeyi başaramıyor, aksine şiddeti körüklüyor.
Leyla sözlerine bu cinayetlerin artışındaki sebeplerin ne olduğuna ilişkin sebepleri söyleyerek devam etti:
‘‘Özellikle Ayşenur ve İkbal için yaptığımız eylemde bir şey fark ettim. Birçok döviz de ‘Fail tek değil, şiddet münferit değil, şiddet sistematik’ yazıyordu. Hakikaten öyleydi durum, üzerine düşündüm ve şiddet failleri, devletin cezasızlık politikaları sayesinde korunuyor, istismarların üstü örtülmeye çalışılıyor, faillerin cezaları indiriliyor.’’
“Kafede de olsa buluşmalarımızı gerçekleştirmeye çalışıyoruz’’
Güvenli kampüs talepleri, yaşanan taciz ve şiddet vakalarının cezasız kalmasıyla birleşiyor. Kadın Çalışmaları Komisyonu üyesi Rojbin, üniversitede 25 Kasım çalışmalarının ve mücadelenin seyrinin durumunu sorumuzu şöyle yanıtladı:
‘‘İstanbul Üniversitesi’nde görece daha iyi durumda olduğumuzu gözlemliyorum. En azından etkin işlemese de CİTÖK’ümüz var. Diğer okullarda da olduğu gibi bizim de etkinliklerimize ya geç izin veriliyor ya da hiç verilmiyor. İzin verilse de türlü bürokratik engellerle etkinlikler fiilen yapılamaz hale getiriliyor. Ama biz yine de kafede de olsa bir yer bulup buluşmalarımızı gerçekleştirmeye çalışıyoruz’’
Son günlerde İstanbul Aydın Üniversitesi (İAÜ)Kadın Araştırmaları Kulübü’nün Ayşenur ve İkbal için düzenlenen ve yüzlerce öğrencinin katıldığı eylemin fotoğraflarını paylaşma bahanesiyle yönetiminin feshedilmesine dair ise ‘‘İAÜ’lü kadın arkadaşlarımızın yanındayız, yalnız değiller, dayanışmamızı güvensinler’’ diyerek öfkesini belirtti.
Rojbin sözlerini söyle sonlandırdı: ‘‘Gerçekleştirmeye çalıştığımız her buluşma gerçekten türlü zorlukla oluyor bu yüzden yaptığımız eylemlerdeki o kalabalığın içindeki onlarca kadın, Kadın Çalışmaları Komisyonunun üyesi olsa da burayı takip etse de etkinliklere bu çok yansımıyor. O yüzden komisyonumuza daha fazla sahip çıkmalı her bir kadın arkadaşım bir işin ucundan daha çok tutmaya çalışmalı diye düşünüyorum’’
“Kırıntıları değil hayatın tamamını istiyoruz”
Üniversiteli genç kadınlar, bu şiddet sarmalının farkında ve buna karşı güvenceli ve şiddetsiz bir yaşamı nasıl kuracağına ilişkin bir yöntem arayışında. Tüm bu baskılar kadınların bir araya geldiğinde neleri değiştirebileceğini bilen ve bundan korkanların; kadınların örgütlenip mücadele etmelerini engellemeye çalışan tek adam yönetiminin ve onun üniversitelerdeki temsilcilerinin, kadın dayanışmasını sindirme ve örgütsüz bırakma çabasıdır.
Elbette ki “Yaşasın kadın dayanışması” sloganı her yerde bizlere bir gerçeği hatırlatıyor; gücümüzü birlikteliğimizden aldığımızı. Ancak bu dayanışmayı da daha güçlü kılacak ve büyütecek olan şeyin ne olduğunu kaçırmamak lazım. Şiddetin sistematik olduğu konusunda nasıl ki dünden daha hemfikirsek bunun karşısına da üniversiteli genç kadınların sistematik örgütlü bir mücadele ihtiyacı olduğu gerçeğini de koymak gerekiyor.
Örneğin, Rojbin’in de ifade ettiği gibi, Ayşenur ve İkbal’in katledilmesinin ardından gerçekleşen kitlesel eylemlerdeki kalabalık, sonrasında aynı öfkeyi, heyecanı, dayanışma duygusunu ısrarlı bir biçimde sürdürmedi. Etkinliklere, buluşmalara, birlikteliği sürekli kılacak alanlarda var olma isteği ancak bazı gündemlere sıkıştı. Tabii ki süreklilik isteyen bu mücadele sorumluluk almayı gerektiriyor, kendiliğinden gelişiyor sanılan bir eylemin arkasındaki örgütlenme sürecinin, bir etkinliğin gerçekleşebilesi için çekilen zahmetin de görülmesini ve bir parçası haline gelmeyi de içinde barındırıyor. Kuşkusuz bu daha zor olandır ama bunu yapmadığımız sürece haklarımıza ve hayatlarımıza yönelik saldırıların karşısında daha zayıf kalacağımızı da görmeliyiz.
Bu 25 Kasım kendisini kuşatan tüm bu koşullara rağmen üniversiteli genç kadınların bir yandan güvenli kampüsler için CİTÖB’lerin etkinleştirilmesini talebini yükselttiği; bir yandan da taciz, mobbing ve eğitimde eşitsizliğe karşı; kadın öğrencilere yönelik yurt, burs ve barınma olanaklarındaki yetersizliğe karşı haklarına ve hayatlarına sahip çıktığını gösterdiği bir gün olacak.
Adalet isteyen, eşitlik isteyen, özgür, şiddetsiz bir gelecek isteyen; cezasızlık düzenine karşı ayağa kalkan, “Kırıntıları değil hayatın tamamını istiyoruz” diyen üniversiteli genç kadınların birlikteliklerinden aldıkları cesaret bu 25 Kasım’da da sokaklara taşacak.