Rümeysa Özüyağlu
Haberin İngilizce / Kürtçe versiyonları için tıklayınız.
Her ne kadar nöbet çadırının hikayesi Boğaziçi Üniversitesi Özel Güvenlik Görevlilerinin çadırımıza saldırıp, kırıp, gasp etmesi suretiyle sonuçlanmış olsa da hikâye aslında böyle başlamadı.
Boğaziçi Direnişi yaklaşık bir buçuk sene önce Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesine rektör olarak atanmasıyla başladı. Ve elbette ki tarihte bilinen devrim ve/veya direniş zamanlarının tamamında şahit olduğumuz bir fenomene Boğaziçi Direnişi süresince de şahit olduk. Bu fenomen, devrim ve/veya direniş anlarında direnenlerin, tıpkı Walter Benjamin’in tarif ettiği gibi yani güneşe yönelen ayçiçekleri gibi, dünyanın acı gerçeklerini bildikleri bir bilinç durumuna doğru yönelmesi.
Boğaziçi Direnişini şöyle ya da böyle takip eden herkesin bildiği gibi direniş, üniversitenin eksiksiz her bileşeninin ellerinden ve imkanlarından ne kadarı geliyorsa bir bağlamda başladı ve halen de o bağlamda devam ediyor. Ancak bir yılı aşkın bir süre boyunca, direnişi ne basın görünürlüğü ne de eylemlere emek yoğun şekilde katkıda bulunan arkadaşlarımın koşulları açısından ilk günkü gibi devam ettirmek mümkün oldu. Üstelik de ben bu yazıda değil bugünlerde daha direnişin ilk günlerinde bile basında ya da başka bir mecrada neredeyse hiç bahsedilmeyen nöbet çadırımızdan bahsedeceğim. Bu yazının bu anlamda benim için de iyileştirici olmasını umuyorum, bir bakıma hâlâ nöbet çadırımızın yasını tuttuğumu söyleyebilirim. Öğrenci direnişinin inadının ve sebatının net bir göstergesi olan nöbet çadırını bir seneye yakın bir süre boyunca Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüsünde kayyumluk önünde açtık. Her ne kadar nöbet çadırının hikayesi Boğaziçi Üniversitesi özel güvenlik görevlilerinin çadırımıza saldırıp, kırıp, gasp etmesi suretiyle sonuçlanmış olsa da hikâye aslında böyle başlamadı.
Nöbet çadırı hiçbir zaman çatışmanın merkezi olmadı. Hatta başlarda özel güvenlik görevlileriyle dahi çay vesaire paylaşır durumdaydık. Ne birbiriyle ideolojik anlamda çatışma içinde bulunan öğrenci grupları ne de başka bir grubun çatışmasına zemin oldu. Çadırımız gasp edilirken “çadır dediğiniz iki üç metal parçası bir de bezden ibaret” diyen “solcu” arkadaşlarımız dahi o çadırın altında oturup bir çayımızı içtiler.
Çadır, bugün benim hayretle hatırladığım irade ve fedakârlık eylemlerine sahne oldu çoğu zaman. Mesela direnişin ilk ayındaki 19 Ocak’a tekabül eden Hrant Dink anmasını hatırlıyorum da bir avuç insan bütün bir günü Hrant’ı ve onun anlatmaya çalıştığı hikâyeyi konuşabileceğimiz bir etkinlikler bütünü olarak organize ettik. Kişisel olarak ben kendimde şuna şaşırıyorum mesela; bugün olsa o kar fırtınalı günde değil yaklaşık yedi saat, bir saat bile dışarıda kalmak istemezdim. Yine de o gün bir şekilde projeksiyon aletini bulduk. İkinci bir çadırın altına yerleştirdiğimiz perdeyi de kullanarak kar fırtınasının altında Hrant’ı andık.
Elbette ki hiçbir şey nöbet çadırının varlığının ima ettiği kadar umut dolu bir zeminde gerçekleşmedi. Özel güvenlik görevlileri çadırımıza ilk defa ocak ayının sonlarında müdahale etmeye çalıştılar. Sonrasında da sık sık özel güvenlik görevlilerinin saldırısına uğradık. Başlarda çadırı güney meydana yakın bir yere koyabiliyorduk sonradan bu mümkün olmadı. Biz de Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği’ne ait bir yere koymaya başladık. Ancak burası güney meydana çok uzaktı ve çadırı değil o mesafede taşımak, açmak bile zordu. Çoğu zaman yirmiyi aşmayan bir grup öğrenci nöbetleşe çadırda oturuyor ve çadır, direnişe eylem, söz ya da daha bile küçük oranlarda destek veren öğrencilerin o günkü etkinliklerin nerede, nasıl gerçekleşeceğini sorduğu bir direniş danışması işlevi görüyordu. Çadırı güney meydana daha yakın bir yere koyamasak da altı aya yakın süre hiç aksatmadan her okul günü devam ettik. Bu süre zarfında benim de dahil olduğum birkaç öğrenci güvendiğimiz ya da yönlendirildiğimiz hocalara gidip çadırı koyduğumuz yerin çok uzak olduğunu ve çadırı taşıyabilecek fiziksel kapasiteye sahip arkadaşlarımızın birer birer tükendiklerini anlattık ve diplomasi yürütmeye çalıştık ancak başarılı olamadık.
Talip olduğumuz sorumluluk kaldırabileceğimiz sorumluluktan daha ağır olduğu içindi belki de çok değil birkaç ay sonra hocalar ve öğrencilerin eylemliliklerinin yegâne ortak paydası olan sivil itaatsizlik eylemimizi yani çadırımızı kaybettik. Burada şunu not düşmek istiyorum; Boğaziçi Direnişi, Melih Bulu’nun atanmasıyla başlamadı. Kayyum prototipi diyebileceğimiz Mehmet Özkan döneminde başladı. Ancak o dönemde üniversite bileşenleri arasındaki kopukluk ve akademisyenler arasında Mehmet Özkan’ın şahsına duyulan göreli güven öğrenci direnişinin de son bir buçuk yılda şahit olduğumuz gibi büyümesini engelledi. Direniş süresince kurulmuş otuzu aşkın öğrenci inisiyatiflerinden biri olan Boğaziçi Nöbeti’nin ismi, Mehmet Özkan döneminde kanun hükmünde kararnamelerle farklı biçimlerde okuldan uzaklaştırılmış olan hocalarımız için o zamanlar açtığımız Tarihin Nöbeti çadırından geliyor, simgesi de nöbet çadırı.
Çadırı kurmamıza yukarıda bahsetmeye çalıştığım sorunlar mâni olamadığı gibi kaybetmemize de bu sorunlar yol açmadı. İradelerimiz uzun süreli direnişlerde karşılaşılabilecek olağan sorunlardan daha güçlüydü. Çoğu zaman kendilerini apolitik olarak tanımlayan çadır ekibinden arkadaşlarım direnişe hem fiziksel hem de duygusal olarak çok yoğun bir sermaye harcamış olmalarına rağmen bir kere bile şikâyet etmediler. Biz “politik tipler” bu karmaşa ile uğraşırken bu arkadaşlarım bizden gelen ve çoğu zaman olumsuz olan haberleri sabırla dinlemekle yetindiler. Onların bize sabretme kabiliyetlerine gerçekten minnettarım.
Çadır ekibi dediğimiz ve çoğunluğu Boğaziçi Nöbetinde bulunan bu arkadaşlarımın dirayetlerine şahit olmasaydım, belki de sivil itaatsizlik eylemimizin tekabül ettiği anlam bakımından nerede olduğuna dair fikirlerimin oturması çok çok daha zor olacaktı. Ancak şimdi bunların hepsi unutulmaya yüz tutmuş anılardan ibaret. Çünkü geçen dönem önce özel güvenlik görevlileri kayyum Naci İnci’den aldıkları yetkiye dayanarak nöbet çadırımıza saldırdı. Sonra, artık alıştığımız bir durum oldu, kampüsümüze polis girdi. Arkadaşlarımız Perit ve Berke zaten tutuklulardı, moral olarak çökmüştük. Polisin yaptığı eksiksiz her uyarıyı dinleyen arkadaşlarımız yine de tartaklanarak gözaltına alındılar. Böylece yaklaşık bir yıldan beri açtığımız nöbet çadırı sona ermiş oldu. Bazılarımız tek tük bir şeyler yapıp hocalarımızın eylemlerine destek olmaya çalışıyoruz ama çoğumuz direnişin başında olduğumuzdan çok daha sol bir yere savrulmuş durumdayız. Sanıyorum bu hem ülke genelinde hem de Boğaziçi Üniversitesi faunasında; yönetilmekte olduğumuz yönetimden kaynaklı çaresizlik hissiyle de alakalı. Bugün artık Boğaziçi Üniversitesi Direnişine emek sarf ederek destek vermiş biz öğrenciler, duygudaşlığımızı kaybettiğimizi kabul etmek durumundayız.
Sivil itaatsizliğe dayalı eylemler, Henry David Thoreau’nun dediği gibi erdemin bir yerlerde var olması ve insanın kendisinin haksızlığın bir aracı olmasına itiraz etme sorumluluğu bakımından kıymetli elbette ki. Ancak bence bizim Boğaziçi Direnişinde yaptığımız şekli, sivil itaatsizliğin de özel bir formu. Örneğin olumlu anlamda kışkırtıcı sivil itaatsizlik eylemleri de vardır; arkadaşımız Berke’nin yaptığı ve haksız bir biçimde tutuklu yargılandığı eylem gibi. Ancak öğrencilerin çadır nöbeti ve hocaların sırtlarını dönerek gerçekleştirdikleri nöbet özelinde olan sivil itaatsizlik formunun hem toplu olarak gerçekleştirilmesi gerekir, hem de ancak her katılımcının iradesini eline alması koşuluyla gerçekleştirilebilir. Bu durumda direnenler, tarihin akışında belirli başlı saiklerle kendiliklerinden yani determinist bir şekilde güneşe yönelmiş olmazlar, aksine Angelus Novus’un gördüğü yıkımın farkında olan bir bilince sahip olarak ve kendi iradeleriyle hakikate yönelmiş olduklarından direnirler. Yapılan haksızlığın göstergesi olarak zamanı durdurmayı seçmektir bu şekilde süregelen bir sivil itaatsizlik eylemi. Çünkü haftalar, aylar ve hatta yıllar da geçse, beklenen gerçekleşmediği sürece bekleyiş de bitmez.
*Haziran 2022