Armanc Avetax
İlk defa bir deprem görüntülüyordum, kameram daha önce manzaralar, güzellikler ve sıcak renkleri çekmişti ilk defa kameramın objektifi soğuk, acıtan ve sancıtan bir manzarayı çekiyordu…
Saat 4’ü 17 dakika geçiyordu, uykuya dalışımın ilk yarım saatiydi. Diyarbakır’a fotoğraf üzerine atölye düzenlemeye gelen bir fotoğraf sanatçısı o gece misafirimdi. Misafirimi kalacağı yere gönderdikten sonra bir başka misafirim olan üniversite arkadaşımla beraber yataklarımıza çekilmiştik, hafif çakırkeyftik ama kontrolsüz bir sarhoşluk söz konusu değildi. Birden kendimizi o korkunç sallanmanın karanlık kollarında buluverdik. Arkadaşımı uyandırmak için nasıl koştuğumu anlamadan bağırdım.
O hengameyle yanıma alabileceğim tek şeyin fotoğraf makinesi olabileceğini düşünsem de Van’daki depremde kötü bir şekilde sınandığım için direkt aşağı indik. İilk katta olmamıza rağmen aşağıya inmemiz o kadar uzun sürmüştü ki anlatılması güç. Üniversite arkadaşımın ailesi de yakınlarda olduğu için o hemen ailesinin yanına gitti.
Oturduğum binanın hemen çaprazındaki binada kalan fotoğrafçı arkadaşım Ferzan’ı gördüm, o da benim gibi kendini boş bir alana atabilmişti, ne olduğunu anlamadan onlarca telefon ve mesaj aldım, uzun zamandır görüşmediğim kız arkadaşımı da gayri ihtiyari aramış oldum ve onun sesini duymak bir nebze de olsa beni sakinleştirdi.
Diyarbakır
Twitter’dan Diyarbakır’ın Ofis (Yenişehir) bölgesinde yıkılan binaların olduğunu depremin 10 şehri etkilediğini, onlarca insanın öldüğünü, yüzlerce binanın yıkıldığını, Hatay, Maraş ve Adıyaman’da bilançonun çok ağır olduğunu okuyunca şok olmuştum. Ferzan’a fotoğraf çekmek için Diyarbakır’da yıkılan binaları ve insanları görüntülememiz gerektiğini söylesem de o buna pek sıcak bakmayıp benim tek başıma gitmem gerektiğini söyledi. Haklıydı, Ferzan yeterince savaş, deprem, felaket ve ölüm fotoğraflamıştı, Kobanî savaşını ve şehir savaşlarını görüntülemiş olduğu için uzun bir süre kendine gelememiş biri olarak haklıydı. Ben onunla vedalaştıktan sonra binaya tekrar girip fotoğraf makinemi aldım, çıkarken son defa kitaplarıma, duvardaki fotoğraf ve tablolarıma, uzun zamandır dinlemediğim plaklarıma, günlüklerime, sıklamen çiçeğime ve masada yarısı tabakta kalan revani tatlısına baktım, sanki çok sevdiğim evime son kez bakıyordum.
Aşağıya iner inmez Ofiste insanların gruplar halinde belli bir noktaya gittiklerini görünce oranın yıkılan bir binanın olabileceğini düşündüm ve ben de aynı istikamete doğru yöneldim. Evet, yıkılan bir bina kendini meraklı ve korkulu gözlere, çığlıklara ve ağlayışlara bırakmıştı. Daha önce de Van depremini yaşamış olsam da ilk defa bir deprem görüntülüyordum, kameram daha önce manzaralar, güzellikler ve sıcak renkleri çekmişti ilk defa kameramın objektifi soğuk, acıtan ve sancıtan bir manzarayı çekiyordu…
Adıyaman
Aynı günün akşamı bir arkadaşımla Batman’a, onların köyüne gittik. Geceyi orda geçirip bir sonraki gün Van’a gittim ama Van’da sadece bir gün kalabildim, acının merkezinden kaçmak beni utandırıyordu. Kendimi iyi hissetmediğim için hemen sonraki gün Diyarbakır’a döndüm ve Batman’da evinde kaldığım arkadaşım ve onunla beraber olan ekiple Adıyaman’a doğru yola çıktık. Adıyaman’a vardığımızda sabahın ilk saatleriydi, ikindiye kadar ekiple beraber Adıyaman merkezdeki köylere erzak dağıttık, ikindi vakti şehir merkezine gittik. Aslında şehrin merkezi tam olarak neresiydi bilmiyorduk, her tarafta yıkılan binalar, yaralı insanlar, ambulans sirenleri, toz, çöp, elbise ve ekmek yığınları, molozlar, endişeli sokak hayvanları ve yarım kalan bir sürü şey vardı. Biz tam olarak ne yapacaktık ve nereye gidecektik bilmiyordum. Elimden gelen tek şeyin fotoğraf çekmek olduğu fikri de beni yoruyordu ve kahrediyordu. İnsanların acılarına eğilememe acısı…
Yavaş yavaş şehrin içlerine doğru yol aldık, yerlerinden, evlerinden olan insanları fotoğraflamak bana acı veriyordu (bir hafta sonrasında çocuk mezarlığında bir fotoğraf çektiğimde deklanşöre bastığımda ağlayacaktım). Sokak ortasında cesetler vardı, devlet hiçbir şekilde deprem bölgesinde değildi. İnsanlar acılarını bile yaşayamadan bu duruma isyan ediyordu; “Nerde bu devlet”, “Hükümet nerde, ölmemizi mi bekliyorlar?” gibi isyanlar her yerdeydi. İnsanlar şubat ayının ilk günlerinde evsiz barksız kalmış ve çadır bile bulamıyorlardı, çünkü sonradan öğrenecektik ki devletin bir kurumu, zor günlerde insanlara yardım eli uzatmak yerine çadır satmıştı, bu kurumun adı Kızılaydı. Yer yer görünen iş makinaları çoğu yere de ulaşamıyordu ve insanlar adeta elleriyle bir kepçenin kovası olup tırnaklarıyla enkaz eşeliyorlardı. Gecenin yarısı insanlar birkaç odun yakarak ısınmaya çalışıyorlardı, gece çok uzun sürüyordu ve bir sonraki sabaha uyanmak aynı acılara uyanmak demekti, hemen hemen her evde bir veya birden çok ölü vardı.
Ben arkadaşımla beraber şehri gezdim, tabi şehir denilebilirse, binaların birbiri üstüne ve yanına yığıldığı günümüzde, bulunduğumuz sokaktan birkaç sokak ötesini bile görebiliyorduk, çünkü tüm binalar ya yıkılmış ya da yıkılmaya yüz tutmuştu. Gün boyunca fotoğraf çektim ve çaresizlik içinde devinip kaldım, geceyi geçirmek için Cemevine gittik, birşeyler atıştırabildik, ondan sonraki iki-üç gün de birbirinin aynısıydı, insanların acılarına eğilmek istesek de yüreklerindeki acıya su dökemiyorduk. Sadece bir çocuğu gülümsetebilmek biraz daha kolaydı, onun dışında her şey zordu, yaşarken kıyameti görmek istemezdim, yaşarken kıyameti gördüm…
Dönüş
Sonra oradan döndüm, fiziken dönüp ruhen orada kalmanın dayanılmazlığıyla oradan döndüm. Yüreğimde onarılmaz yaralar, çığlıklar, çaresiz bakışlar, ölümü bekleyen saatler, kepçe paletinin gıcırtısı, siren sesleri, annelerin çığlıkları, sokaklara savrulmuş düğün albümleri, devletin ve hükümetin insanları yalnız bırakışı ve insanların bu yalnız bırakılıştaki kızgınlık ve kırgınlıkları, siyah beyaz görüntüler, ceset kokuları, cenaze torbaları, yarı yıkılan binaların kendi hallerinde sallanan perdeleri, toz, insanların hiçbir yere varamamakla hep bir yerlere yetişmek arasındaki o kaos ve durgunluk…
Fotoğraf: Mem Artemêt