Ahmet Furkan Polatkan
Öğrenciler eve çıkarak borçlulukla ve işçileşme ile karşılaşırken deprem riskinden de uzaklaşamıyor
Türkiye’de öğrenci evleri konusunda yaygın sosyal beklentiler, öğrenci evlerinin bir geçiş dönemine karşılık geldiğini, öğrencinin ileride, tıpkı ailesinin sahip olduğu gibi “düzenli”, tertipli ve çalışma hayatına atılmanın kazanımıyla “iyi” bir eve sahip olacağını varsayar. Dolayısıyla yaşam standartlarına doğrudan etki edebilecek birçok eksikliğin görmezden gelinebileceği üzerine kuruludur.
Oysa bu beklentiler ile gerçekler arasında derin bir ayrım söz konusu. Burada, okurken çalışmak, ev ve ev eşyaları için borçlanmak, yaşam için borçlanmak ve KYK kredisi borçluluğu konunun ilk kısmını oluşturuyor. İkincil olarak da Türkiye’nin yapısal bir sorunu olarak deprem ve yaşam güvenliği sorunu. Bu iki sorun gençlerin yaşamlarına nasıl etki ettiği ve eksiklerin görmezden gelinemeyeceğini ortaya koyuyor.
Eve çıkmak borçluluğu getiriyor
Kira artışlarıyla öğrencilerin gelirleri arasındaki uçurum, gençleri öğrenci olmaktan çok, piyasanın gereksinimlerini karşılayan yarı-zamanlı, esnek karakterde işçilere dönüştürdü. Bu sorun belki hep vardı ama şimdilerde gençlik içerisinde toplumsallaşan bir hâl aldı. Üstelik KYK burs/kredileri asgari ücretin ortalama yüzde 30’u gibi bir yüzdeyle seyrederken bu, yıllar içerisinde yüzde 10’lara geriledi. Güncel olarak da yüzde 11,76’ya karşılık geliyor. Bununla birlikte KYK yurtlarının kapasitesizliği, gıda, hijyen ve güvenlik koşulları öğrencilerde eve çıkma eğilimini artırıyor. Kurum ve Gençlik ve Spor Bakanlığı başvuruların büyük bir bölümünü yerleştirmekle övünürken bu gerçekliği atlıyor.
Öğrenciler tercihlerini evden yana kullanırken evin getirdiği ekonomik zorluklara katlanmayı da göze alıyor. Eve çıkarken başlayan borçluluğa, ev ve yaşamsal ihtiyaçlar için borçlanmak ve daha sonra kira için borçlanmak ekleniyor. Önceleri gündelik işlerle başlayan işçileşme süreci yerini zamanla part-time işlere daha sonra haftanın 5-6 gününü çalışmaya ayırmakla, okuldan uzaklaşmakla, kendisi için hiçbir şey yapamamakla devam ediyor. Söz konusu katlanması zor durumlara ek olarak öğrenci evleri birer ev olmaktan çıkarak çalışma sonrası eve dönüş ve uyuma amaçlı kullanılan otellere dönüşüyor.
Mevcut koşullar içerisinde öğrenciler, eskisinden çok daha kötü evlerde yaşamak zorunda kalıyorlar. Üstelik bu evlerde yaşarken istikrarlı bir şekilde kira ödeyemiyor, kira artışlarını ve ev sahiplerinin tok taleplerini kaldıramıyorlar. Tüm bu zorluklar bütünüyle bir güvencesizlik ortamı içerisinde cereyan ediyor. Hukuki güvenceler yeterli olmadığı gibi fiili durumlarla arasında çelişkiler bulunuyor. Ailesinden, yaşamı boyunca biriktirdiği tüm çevresinden ve güven duyabileceği tüm ilişkilerinden uzak kalan öğrenciler yalnız başına ev sahiplerinin baskılarına, tacizlerine kimi zaman da şiddet eylemlerine maruz kalabiliyorlar. Bu koşullar kadınlara ve LGBTİ+’lara karşı daha yüksek bir tehdit düzeyine ulaşıyor.
Başlangıçta geçiş dönemi yahut eksikleriyle kabul edilebilecek yaşam standartları varsayımı giderek işçileşme, eğitimden uzaklaşma, beslenememe, ısınamama ve deprem tehlikesi nedeniyle ölüm ya da şanslıysan hayatta kalma gibi bir insan-dışı nitelik kazanıyor. Aslında Türkiye’nin son yıllardaki durumuyla bağlantılı olarak giderek işçileşme, borçlanma, güvencesizleşme ve kötü evlerde kötü koşullardaki yaşama yönelirken tüm bunların nesnel sonucu gözden çıkarılmış bir öğrenci kuşağı oluyor. Yani başlangıçta üniversite öğrencilerinin eksiklerine rağmen bu geçiş dönemini atlatabileceği düşüncesi bir devlet politikası olmakla beraber, gözden çıkarılmanın da başlangıcı.
Deprem riski
Yapılan araştırmalara göre İstanbul’da en az elli bin bina tamamıyla yıkılacak. Depremde ölmesi veya yüksek düzeyde doğrudan etkilenmesi beklenen kişi sayısı üç milyondan fazla. Az önce değindiğimiz koşullar nedeniyle öğrenci evlerinin giderek kendi kötü standartlarından, kendi “normalinden” dahi uzaklaşarak eski ve dayanıksız binalarda, toplanma alanlarından yoksun ve nüfus yoğunluğu yüksek semtlerde bulunması göz önünde bulundurulduğunda üniversite öğrencilerinin etkilenme düzeyi çok yüksek olmakla birlikte büyük bir çoğunluğunun hayatta kalma şansıysa yok.
Söz konusu olan, Türkiye’nin en fazla üniversitesine ve öğrencisine sahip İstanbul’da bulunan öğrenci kuşağının böylesi bir yok olup gitme gibi ciddi bir tehlikenin içinde olmasıdır. Bu konularda KYK ve GSB tarafından bir çalışma öngörülmediği gibi herhangi bir afet öncesi ve sonrası planlamada üniversite öğrencilerinin yaşam güvenliğine dair bir aksiyon bulunmuyor. Yurt sayılarının artırılması ve kira desteği gibi politikalarla çözülebilecek bir sorunun, bir ölüm kalım ihtimaline dönüşmüş olması üniversite öğrencilerinin, gençlerin gözden çıkarılmasını kanıtlar niteliktedir.