Ömer Faruk Can
Haberin İngilizce / Kürtçe versiyonları için tıklayınız.
20 yıllık AKP iktidarı döneminde Türkiye Cumhuriyeti’nin neredeyse tüm köklü kurumları yıprandı, kurumsal kimlikleri aşındı.
Türkiye tarihinde belki hiç olmadığı kadar yaşanan problemlerin temelini teşkil eden “kurumsuzlaşma” ve tek adam yönetimi ile cisimleşen çürüme, Türkiye’nin sadece bugününü değil geleceğini de derinden etkiliyor.
15 Temmuz darbe girişiminden sonra başlayan tasfiyeler ile Türk Silahlı Kuvvetleri, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile meclis, kayyumlarla el konan üniversiteler ile dayatılan ekonomi politikaları sonucu bağımsızlığını ve liyakatini kaybeden Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası.
Özel üniversite sayısı artıyor, üniversiteler aile şirketine dönüşüyor
AKP dönemimde üniversitelerin yaşadığı değişimle alakalı en göze çarpan olgu ise üniversite sayılarındaki artış oldu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihi olan 1923’ten 2003 yılına kadar toplam 71 olan üniversite sayısı, 2022 itibariyle 200’ü geçti. Yüksek Öğretim Kurumunun (YÖK) 2020 raporuna göre, üniversitelerde öğrenci başına düşen ortalama kitap sayısı sekiz. Bu rakam, pek çok üniversitede şahsi kütüphane bile denemeyecek kadar az sayıda kitap olduğunu ortaya koyuyor.
Her sene neredeyse 3 milyon öğrenci üniversiteye giriş sınavlarına girmesine rağmen yerleşen öğrenci sayısı bunun üçte biri dahi değil. 2020’de boş kontenjan sayısı 200 binin üzerindeydi.
AKP döneminde özel üniversitelerin sayısındaki ciddi artış (devlet üniversitelerinden daha fazla özel üniversite açıldı) bunu gösteriyor. Giriş sınavlarındaki baraj uygulamasının kaldırılması ise boş kontenjandan mustarip olan üniversitelere can suyu olacak. YÖK Başkanı her ne kadar bu kararın üniversite öğrencileri arasında rekabeti artıracağını söylese de söz konusu değişiklik kontenjanları dolmayan üniversitelere yönelik bir hamle.
Bir diğer göze çarpan husus ise, özellikle sosyal medyada sıklıkla görülen, taşra üniversitelerinin birer aile şirketine dönüşmesi. Üniversite kadrolarının akrabalık bağı olan insanlarla dolması aslında iktidarın yönetme tarzının da bir yansıması. Eşlerin, çocukların, damatların, her türden akrabanın kayrıldığı bir yönetim tarzında üniversitelerin de bundan uzak kalması imkansızdı.
ODA TV’nin haberine göre, Çorum Hitit Üniversitesinde yaklaşık 30 akademisyen birbiriyle evli. Yine Kâtip Çelebi Üniversitesindeki rektör, rektör yardımcıları, dekan ve öğretim görevlisi olan 27 kişinin akrabalık bağı var. Bu kadrolaşma çoğunlukla sınavsız atamayla veya adrese teslim açılan kadrolar sayesinde oluyor. Bu türden vakaların AKP döneminde açılan “apartman üniversiteleri” diye nitelendirilen yerlerde olması da tesadüf değil.
Üniversiteler “yasal” bir şekilde fethediliyor
Son olarak da üniversiteler üzerindeki siyasi baskıdan söz etmek istiyorum. Özellikle köklü ve gelenekli üniversiteler üzerindeki baskı son zamanlarda hiç olmadığı kadar arttı. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile gelen yetkilerle teamülleri ve gelenekleri olan üniversiteler “yasal” bir şekilde dönüştürülmeye ve “fethedilmeye” başlandı. Daha önce AKP’den milletvekili adayı olmuş Melih Bulu’nun, Boğaziçi Üniversitesine rektör olarak atanması bu müdahale ve işgallerin en sembolik olayıydı.
Hiçbir teamüle riayet etmeden, seneler içerisinde oluşmuş gelenekleri yıkarak yukarıdan ve dışarıdan müdahalelerle üniversiteler kuraklaştırılmaktadır. 1834 yılında kurulan Kara Harp Okulu bile dönüştürülerek Milli Savunma Üniversitesi adı altında eğitim vermeye başladı. Bu siyasal müdahaleler neticesinde ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ gibi üniversitelerin son yıllarda en iyi üniversiteler sıralamasında gerilediği görülüyor.
Baskı ve sindirme politikaları pek çok farklı yolla yapılıyor. Tepeden atamalar bunlardan yalnızca biri. Öğrencilerin neredeyse her türlü faaliyeti kısıtlanıyor. Örneğin ODTÜ’nün meşhur bahar şenlikleri defalarca engellenmeye çalışıldı fakat öğrencilerin mücadelesi sayesinde şenlik gerçekleşti. Ankara Üniversitesinin senelerdir devam eden geleneksel “İnek Bayramı” etkinliğinde “inek duası” yapan öğrencilere, üniversitenin ilkelerine aykırı olduğu gerekçesiyle rektörlük tarafından soruşturma başlatıldı. ODTÜ’de bileşenlerin birlikte düzenlediği 1 Mayıs etkinliklerinde stant açtığı için bir öğrenciye soruşturma açılması, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi ve Sosyoloji bölümleri araştırma görevlileri Mehmet Mutlu ve Sibel Bekiroğlu’nun sebep gösterilmeksizin görevden uzaklaştırılması, Çevre Topluluğu’nun etkinliğinin etkinliğe iki gün kala iptal edilmesi, 10. Onur Yürüşü’ne günler kala ODTÜ Rektörlüğünün adeta tehdit içerikli mailleri…
Örneklerinin uzayıp gittiği bu baskı ortamı, öğrencileri tedirgin ediyor. Öğrenciler etkisiz, edilgen insanlara dönüştürülüyor. Sosyal ve siyasi meselelerden kopuk, dahası umursamayan, kendi halinde bir üniversite öğrencisi isteniyor.
Muhalefete iş düşüyor
Böylesine derin bir problem ancak ne yapacağının bilen, planlı programlı bir yaklaşım ile çözülür. Bu noktada meclisteki muhalefet partilerine de iş düşüyor. Ancak meclisteki muhalefet partilerinin “detaylı” bir yüksek öğrenim politikası planı var mı emin değilim. Üniversitelere dair en radikal çıkış şu an için DEVA Partisi’nin YÖK’ü kaldırma vaadi. DEVA bunu ilk kongresinde açıkça vurguladı. Gerçi YÖK’ü kaldırma vaadi ilk defa verilmiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da zamanında bunu vadettiği hatırlanırsa çok da radikal bir şey gibi durmuyor. CHP’nin 2021’de düzenlediği “İkinci Yüzyılda Eğitim Hakkı Çalıştayı” muhalefetin yüksek öğrenim politikaları hakkında fikir veriyor. Çalıştayın sonuç bildirgesinde YÖK’ün kaldırılması, üniversitelerin hem idari hem de mali özerkliğinin sağlanması, ticarileşmiş üniversitelerin dönüşümleri, yeni üniversitelerin açılmasının planlanması, atamalarda liyakat, iş güvencesi gibi başlıklar öne çıkıyor. Günün sonunda iktidarın üniversiteler üzerindeki tüm bu uygulamalarına karşın meclisteki muhalefetin yalnızca lafta kalan uygulamaları olduğunu görüyoruz.
Sonuç olarak Türkiye’deki pek çok köklü kurum gibi üniversiteler de liyakatsizlikten, yozlaşmadan, hukuksuzluktan payına düşeni alıyor. Tüm bu karamsar atmosfere rağmen çalışan, üreten, mücadele veren öğretim görevlileri ve öğrenciler var. Ben bu satırları yazarken Boğaziçi Üniversitesinde hocalarımız bir yılı aşkın süredir mücadelelerini sürdürüyor. Eğer “daha iyisini” istiyorsak bir kurtarıcı veya seçim beklemeden öğrencisiyle, hocasıyla, işçisiyle bir üniversitenin bileşenleri olarak mücadele etmemiz “etliye sütlüye” karışmamız gerekiyor. Yazımı sosyolog Stuart Hall’un sözüyle bitirmek istiyorum; “üniversite ya eleştirel bir kurumdur ya da bir hiç”.
*Temmuz 2022